DOĞANA DÖNÜŞ

Fotoğraf: Serhat Dizdaroğlu


Son 10 yıldır en çok duyduğum terimlerden biri organik tarım oldu. Pazarı bile ayrı kuruluyor. Organik ürün satan dükkanlar bir biri ardına hızla açılıyor. Fiyatları da, organik iddasında olmayan ürünlerden daha pahalı. Bu akım, yeni moda ve geçici bir heves mi? Sürdürülebilir bir ekonomi mi? Gerçekten ürünler doğal mı, yoksa değil mi? soruları kafamı kurcalıyor.

Gıdamızla ilgili olarak o kadar çok yanıltıcı bilgiye maruz kaldım ki, bir türlü bu doğal ürünler veya organik yaşam anlayışı trendlerine tam olarak güvenemiyorum. Ancak, son Covid-19 virüs salgını, insanın kendi doğasından kopuşunun çok can yakacağını kaçınılmaz biçimde bize gösterdi.  

İnsanlık, sanayileşmenin; endüstriyel tarıma geçişin ardından beklediği gibi bolluğa ve sağlığa kavuşamadı, her yeni bulunan tarım kimyasalı ve tarım tekniği anlaşılan bize yeni bir hastalık veya toprağın bereketinde azalma olarak geri döndü. İnsan kendi doğasından uzaklaştıkça aslında kendini de inkar etmiş oldu sanırım. 

 Japon mikrobiyolog olan Masanobu Fukuoka son derece iddialı cümlelerle kitabının sunuş kısmını hazırlamış. 'İnsanoğlu yeryüzünde düşünebilen tek mahluk olduğu için gururlanır. Kendini ve doğal alemi bildiğini iddia eder ve doğayı canının istediği gibi kullanabileceğine inanır. Dahası, zekasının onu, güç olduğu ve arzu ettiği her şeye ulaştırabileceği kanaatindedir. ... Doğadan uzaklaşmanın ve onun zenginliklerini yağmalamanın ağır cezası, insanlığın geleceği üzerine kara bir gölge düşüren doğal kaynakların tükenişi ve gıda krizi şeklinde yaşanmaya başladı....' (1)

Sağlıklı beslenme adına ilk duyduğum, gıda maddlerinde ki bazı koruyucuların sağlığımıza verdiği zararlardı. Belli kimyasallara dikkat edersen, kolestrol değerin yüksekse yumurtadan uzak durursan, sorun hallolacak gibi idi. Fakat son on yılda, zaman içinde öğrendiklerimiz durumun bu kadar basit olmadığını gösterdi. Üstelik yumurtayı da boşu boşuna hayatımdan çıkarmıştım. Fukuoka'ya göre; doğadan uzaklaşmamız, kibirle onun akışını kontrol altında tutmaya çalışmamız, kendi sonumuzu hazırlama konusunda inat etmektir. 

Geçtiğimiz yıl, kapalı teraryum hazırlamayı öğrenmiştim. Doğanın akışı konusunda, ilham verici bir deneyim oldu benim için. Yeryüzünün yaşama prensibine göre kapalı bir cam kavanoz içine, alta kaya misali büyük taşlar sonra sırasıyla küçük taşlar , kum , kömür, toprak ve üzerine sarıcı ve nem sever bir bitki daha ekiyor kapağını kapatıp, ışık alan bir yerde bırakıyorsunuz. Bir daha sulamıyor, kapağını açmıyorsunuz ve oluşan dünya (yeryüzü) doğası kendi içinde yaşıyor. Benim hazırladığımda sonradan ek olarak kendiliğinden kara yosunu da yetişti. Biri sisteme müdahale edip bozmadığı sürece yaşam gelişerek devam ediyor içeride. Fotosentez yapan bitki ,gereken atmosferi ve yağmuru sağlıyor, kömür sayesinde toprak ve su temizliğini koruyor , bitki örtüsü kendi gelişimini dengeliyor. Kavanoz kapağını açsan bazı bitkiler bozuluyor, kömürü çıkarsan tamamı alt üst oluyor. Düşünmeden edemiyorum, fosil yakıtları kömür ve petrolü çıkarıp kullanmanın, havayı kirlettiğini biliyordum ama toprağın verim ve dengesini bozduğundan haberim yoktu açıkçası.

Sanayileşmenin getirdiği hava ve su kirliliği için farklı farklı filtreler geliştiriyoruz, toprak olan alanlara binaları dikiyoruz ve yiyecek yetiştirmek içinde topraksız tarım uygulamaları yapıyoruz. Şu an marketlerden aldığınız salataların çoğu topraksız tarım ürünü ve seralarda yetişiyor. O yüzden lezzeti farklı, o yüzden doymuyoruz, tam da bu sebeple kalitesi düşen gıda sağlığımızı bozmaktadır.

Topraksız tarım hiç görmediyseniz kısaca özetleyeyim; elektrik pompasıyla devir daim eden suyun içine suni olarak bir çok mineral konuyor ve borulardan akışı sağlanıyor. Boruların üzerlerindeki deliklerde kıvırcık salatalar, maydanozlar büyüyor. Bu da bir çeşit organik tarım. Tamamen hormonsuz ve böcek ilaçsız ürünler yetişiyor. Sağlıklı olup olmadığını bilmiyorum ama şüphe etmeden edemiyorum.

Antropologlar, fütüristler ve planlamacılar insan kültürünün geleceği ile ilgili yakın geçmişe bakıp gelecekle ilgili planlar yaparlar. Temel varsayım geçmişteki trendin gelecekte benzer birimde devam edeceğidir. Antropolog George Cogwill'e göre bu varsayım tehlikelidir.  Şöyle ifade ediyor: ' Çok yüksek bir binanın tepesinden atlayan insana 20.kata doğru düşerken işlerin nasıl gittiğini sormuşlar, şimdilik iyi diye yanıt vermiş.' (2)

Antropologlara göre Endüstriyel tarıma yapılan geçiş aslında kültürde yapısal şiddet yaratarak değişime sebep olmaktadır. Nasıl ?

Her zaman seyahatlerde yol boyu asker gibi dizilmiş büyük mısır tarlaları veya buğday başakları gördüğümde 'işte ne güzel yapılmış 'diye içimden geçirir, sıradan bir köylünün bahçesinde ise mısıra sardırılan fasulye fidelerini yanlış sanırdım. Oysa bugün öğreniyoruz ki, meğer yanlış olan fide makineleri ile asker gibi dikilen fidelermiş. Bu tip tarım kocaman arazilerdeki toprağın bereketini alıp götürmüş. Buna monokültür deniyor. Monokültür ticari tarım son derece kırılgandır. Bu yolla yapılan tarım ile gelen üretim artışı bugün gelinen noktada kazanç artışı da getirmedi. Çünkü petrole dayalı olarak kullanılan tarım makineleri, bereketi giden ve verimsizleşen ölü toprağı canlandırmak adına kullanılan kimyasal takviyeler, suni gübreler, bahçe zararlıları için kullanılan kimyasal zehirler ve bu zehirler nedeni ile kaybedilen yararlı bitki ve böceklerin yerine koymak için başka kimyasallar, bu yatırımı yapmak icin ödenmesi gereken faizler üst üste konulduğunda ortaya çıkan maliyetler çiftçinin ayakta kalmasına imkan vermediği gibi, köyden kente olan plansız göçler nedeni ile yaşanan sosyolojik, psikolojik problemler var. Bu tip tarım, enerji açısından da verimli değil. Üretilen her bir kalori için 8 ya da 20 kalori harcanmaktadır. Oysa geleneksel yöntemlerle yapılan tarımsal üretimde her bir kalori yerine 300 kalori üretiliyor. Üstelik endüstriyel tarım ile üretilen her 0,5 kg gıda için yaklaşık 14 kg verimli toprak zarar görüyor. (3)-(4) Tarımın dışında yürütülen hayvancılık ve balıkçılık da aynı şekilde hırpalanmış durumdadır.

Ayrıca yanlış tarımın sonucu Alzheimer, Parkinson, kanser, obezite ve açlıktan ölen insanlar, astım ve akciğer sorunlarının arttığı, bağırsak (Son yıllarda ikinci beyin olarak adlandırılıyor ) sağlığı ve hormon düzenlerindeki bozulmaların  ilgili olduğu iddia edilmektedir. Değişen yaşam koşulları nedeni ile  değişen yaşam kültürü nereye varacak? Adeta kafeste bir çarkı döndürmek için yerinde koşturan fare gibiyiz.

Fotoğraf: Serhat Dizdaroğlu
Oysa, evdeki kapalı teraryumda her şey yolunda devam ediyor. Yani müdahale etmesek doğada her şey yoluna giriyor. Fukuoka'nın iddia ettiği üzere ' hiç bir şey yapma tarımı' na dönmek gerekiyor. Kulağıma insan ruhuna aykırı bir terim gibi gelmektedir. Doğal akışa bırakabilmek. Burada kastedilen, insan türünün doğanın bir parçası olduğu ve doğa ile senkronize yaşamak zorunda olduğu fikridir. Doğa yenmemiz gereken bir düşman olmadı hiçbir zaman . Doğa bizi besleyen ve sarmalayan zamanı geldiğinde bedenimizi yeniden doğaya karıştıran bir düzen.

Ortaya son yıllarda çıkan 'Permakültür' terimi de bu gelişmelerin bir sonucudur. doğal akışa uygun olarak kentleri, köyleri evleri yeniden düzenlemenin mümkün olabileceğinin çalışmaları yapılıyor.

Nasıl bu akışa dahil olacağız? Nasıl kendimizi olduğumuz gibi kabul edeceğiz? Bugün balkonunuzda bile permakültür yapabilmeniz mümkün. Doğadan iyice uzaklaşmışsanız, yakınlaşmak için bir şeyler yapmak zamanıdır. Tarım ile uğraşma şansınız yoksa, doğa yürüyüşleri ile başlayabilirsiniz. İmkan bulursanız kürek çekmeye de başlayabilirsiniz. Bedenlerimizi ve zihnimizi yaşamla doğayla senkronize etme zamanı geldi. Boşa kürek çekmeyi bırakıp, rotayı kendi doğamıza çevirme zamanıdır.





(1) Fukuoka Masanobu, Doğal Tarımın Yolu Felsefesi ve Uygulaması, Çev. Meltem Altan, Kaos yayınları, İstanbul, 2013, 3. Baskı, S.25
(2) Havilland Willam A., Prins Harald, Walrath Dana, McBride Bunny, Kültürel Antropoloji, Çev. İnan Deniz Erguvan Sarıoğlu, Kaknüs Yayınları, 2008, 1.Baskı ,  S.793
(3) Havilland Willam A., Prins Harald, Walrath Dana, McBride Bunny, Kültürel Antropoloji, Çev. İnan Deniz Erguvan Sarıoğlu, Kaknüs Yayınları, 2008, 1.Baskı S. 828
(4) Fukuoka Masanobu, Doğal Tarımın Yolu Felsefesi ve Uygulaması, Çev. Meltem Altan, Kaos yayınları, İstanbul, 2013, 3. Baskı, S.41



Yorumlar

  1. Yine çok güzel bir yazı.
    Birçok yeni öğrenme ve okumaya kapı açıyor.
    "İnsan Yok Hayat Var" diyesim geliyor yeniden.
    Serhat DİZDAROĞLU fotoğrafları da ayrı bir bakış ki takip ediyorum onu da.

    Verdiğiniz kaynakçalar için de teşekkür ediyorum.
    Ben de Şimdilik İyi diyorum ama düşmekte olduğumuzu da hissediyorum. :)
    Teşekkürler, sevgiler...

    YanıtlaSil
  2. dogayla senkronize olmanin ilk yolu da farkinda olmak. Ve bu yazin farkindalik yaratacak bir yazi olmus, tebrik ederim.
    Aldiklarinin “organik” olduguna guvenme duyguna en buyuk katki saglayacak caba ise ureticiyi (mumkun oldugunca) tanimaktan geciyor. (Ben soylemiyorum tecrubelerim soyliyor:)) ne kadar kucuk uretici o kadar dogala yakin. Bu fikrin saglamasini soyle de test edebiliriz. Evde ailen icin yemek yapmakla hic tanimadigin insanlara ve gucunun cok ustunde calisarak belki de binlerce kisiye yemek yapmayi kiyaslayabiliriz)

    YanıtlaSil
  3. dogayla senkronize olmanin ilk yolu da farkinda olmak. Ve bu yazin farkindalik yaratacak bir yazi olmus, tebrik ederim.
    Aldiklarinin “organik” olduguna guvenme duyguna en buyuk katki saglayacak caba ise ureticiyi (mumkun oldugunca) tanimaktan geciyor. (Ben soylemiyorum tecrubelerim soyliyor:)) ne kadar kucuk uretici o kadar dogala yakin. Bu fikrin saglamasini soyle de test edebiliriz. Evde ailen icin yemek yapmakla hic tanimadigin insanlara ve gucunun cok ustunde calisarak belki de binlerce kisiye yemek yapmayi kiyaslayabiliriz)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

MASTER KÜREKÇİLERİN USTASI : FATİH ÖRER

ŞAMPİYON YETİŞTİREN AİLE OLMAK

SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK İÇİN NESİLLERCE KÜREK - NİHAT USTA'DAN GENÇLERE ...